Birinci Dünya Savaşı ve Millî Mücadele
İtalyan ve özellikle
Balkan savaşları, Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu
siyasî ve askerî yöndeki çaresizliği, bütün dehşetiyle ortaya koydu.
Siyasî yönden yalnızlığa itilmiş olmak, büyük bir tehlike
olarak, hemen Balkan savaşları akabinde tekrar ortaya
çıkartılan "Ermeni meselesi", dolayısıyla
"reformu" ile belirdi. Bu, artık sıranın Anadolu'nun
parçalanmasına gelmesi demekti. Rusya'nın tazyiki, İngiliz ve
Fransızların da iştirakleriyle, Ayastefanos'un 16. maddesine
tekrar işlerlik kazandırıldı. Ermenilerle meskûn olan
altı vilâyetin (Vilâyât-ı sitte) iki gruba ayrılması
(birinci grup: Erzurum, Trabzon, Sivas; ikinci grup: Van, Bitlis, Harput,
Diyarbekir), başlarına iki yabancı umumî müfettiş tayini ve
bunlara valiler dahil bütün memurların tayin ve azil haklarının
tanınması; Kürt Hamidiye Alaylarının ilgası,
Ermenice'nin, Kürtçe ve Türkçe ile yan yana kullanılması,
dolayısıyla bu vilayetlerde Türk ve Kürtlerden oluşan Müslüman
çoğunluğa kıyasla genelde, küçük bir nüfus oluşturan
Ermenilere eşit oranda ve uluslararası garantide üstün haklar
verilmesi, bölgenin denetiminin elden çıkması demekti. Bu durum,
Rusya ile yapılan ikili antlaşma ("Muamele", 8 Şubat
1914) gereği devletlerarası hukukta geçerlilik kazanan bir devlet
belgesi halinde tanzim edildi. Böylece "Ermeni reformu" nihayet
başarıya ulaşmış, uzun zaman sürüncemede
bırakılan Ayastefanos ve dolayısıyla Berlin
antlaşmalarının konuyla ilgili hükümleri, hayata intikal ile
tahakkuk etmiştir. Ermeni reformunun tatbik safhasında, Cihan
Savaşı (Birinci Dünya Savaşı) patladı. 1914 senesi
içinde Almanya'ya yanaşılması ve Almanya yanında
savaşa gözü kapalı olarak girilmesinde, Ermeni meselesinin
katettiği bu hayatî gelişmenin önemli bir âmil (etken) olduğu
kesindir. İngiltere ve Fransa'ya yapılan yakınlaşma ve acil
istikraz (borçlanma) teşebbüslerinden ümit kesilmesi ve devam eden siyasî
yöndeki yalnızlık, "Şark'a doğru yayılma"
politikasında menfaat istikameti bulunan Almanya'ya
yaklaşılmasından başka bir tercihe yer
bırakmamaktaydı. Mağlup ordu, Doksanüç Bozgunu sonrasında
olduğu gibi, yine Alman askerî heyetleri ile düzenlenmek istendi. General
Liman von Sanders başkanlığında gelen (14 Aralık 1913)
ve sayıları kısa zamanda -Golç Paşa'nın da iştirakiyle-
artacak olan Alman askerî heyeti, göreve başladı. Von Sanders'in
İstanbul'da bulunan Birinci Ordu'nun kumandanlığına
getirilmesine Rusya karşı çıktığı gibi,
diğer iki büyük devlet de hoşnutsuzluklarını açıkça
ifade ettiler. Bu baskılar sonucu Von Sanders görevinden alınarak,
"genel müfettiş" sıfatıyla ordu tensikatına memur
edildi ve donanmanın ıslahı için bir İngiliz, jandarma
teşkilatının düzenlenmesi için de bir Fransız generalinin
hizmete alınması, ortaya çıkan krizi
yatıştırdıysa da, siyasî havayı
yumuşatamadı. Bir müddetin sonra genel harbin çıkması
(Almanya'nın Rusya'ya savaş ilanı, 1 Ağustos 1914),
İttihat ve Terakkî diktasının Almanya
saplantısını gözler önüne serdi. Devletin geleceğinin
Almanya'nın zaferiyle sağlanabileceğini, İtilaf
devletlerinin galibiyetinin ise, artık yalnızca,
İmparatorluğun elinde kalan
Arap topraklarının kaybıyla değil, Anadolu'nun da
paylaşılmasıyla neticeleneceğini gören İttihat ve
Terakkî liderleri, bir müddet tarafsız kalıp gelişmeleri
izleyerek en uygun seçimi yapma yerine, Alman harp gücü ve
propagandasının etkisiyle kısa zamanda
gerçekleşeceğine inandıkları Alman zaferine geç kalmamak
için, savaşa katılmakta acele ettiler. Bu anlamda, kendileriyle
aynı fikri paylaşmayan veya biraz daha bekleme ve aklıselim
tavsiye edenlere de söz hakkı tanımadılar.
Devleti savaşa
götüren yolun ilk safhası, Almanya ile akdolunan bir ittifak
antlaşması ile gerçekleşti. Almanya'nın Rusya'ya savaş
ilanından bir gün sonra, 2 Ağustos 1914'te imzalanan
antlaşmanın müzakerelerine 26 Temmuz'da başlanmış
bulunuyordu. Antlaşma, sadrazam ve Hariciye Nazırı Said Halim
Paşa, Harbiye Nazırı Enver Paşa, Dahiliye Nazırı
Talat ve Meclis Reisi Halil beyler tarafından hazırlandı. Bu
gelişme, o sıralarda böyle bir ittifaka taraftar görünmeyen Cemal
Paşa'dan gizli tutulduğu gibi, diğer vekillerin ve bizzat
padişahın da bundan haberi olmadı. Yapılan
antlaşmanın 2. maddesi, Almanya ile Rusya arasında savaş
çıkacak olursa bu savaşa Osmanlı Devleti'nin de
katılmasını öngörmekteydi. Oysa bu iki devlet arasında
öngörülmekte olan savaş hali, bir gün önce zaten tahakkuk etmiş
bulunuyordu. 3. madde, böyle bir gelişme halinde, Osmanlı
kuvvetlerini Alman askerî heyetinin emir ve komutası altına
sokmaktaydı. Antlaşmada, savaşın zaferle sona erdirilmesi
durumunda Osmanlı Devleti'nin elde edeceği müşahhas menfaatlerin
neler olacağı hususu, sükût ile geçiştirilmekteydi. Akdeniz'de
dolaşan Göben ve Breslau adlı iki Alman gemisinin, İngilizlerin
takibinden kaçmak bahanesiyle, Çanakkale Boğazı'na yönelmeleri ve
bunlara geçiş izni verilmesi (11 Ağustos 1914), devletin savaşa
fiilen itilmesinde önemli bir gelişme oldu. Gemilerin kabulüyle
oluşan kriz, bunların kâğıt üzerinde satın
alınmaları ve isimlerinin değiştirilmesiyle
geçiştirilmek istendiyse de, Alman subay kadroları ve
mürettebatının aynen muhafaza edilmekte olması, müttefikleri
teskin etmedi.
Bâbıâli'nin genel
harp durumundan istifade ile attığı diğer önemli bir
adım, kapitülasyonların kaldırılmasını ilan oldu
(1 Ekim'den geçerli olmak kaydıyla, 9 Eylül 1914). İlgili devletler, şartlar
gereği, durumu kabullenmek mecburiyetinde kaldılarsa da, en
şiddetli tepkinin "müttefik" Almanya'dan gelmesi hayretle
gözlendiği halde, bir uyarı olarak telakki edilmedi.
Genel savaşın
Alman-Fransız cephesinde, Alman ileri harekâtının
durdurulmasına karşılık, Rus cephesinde serî ve parlak
zaferlerle devam etmekte olması, İttihatçılara büyük ümitler
vermekte ve hayaller kurdurtmaktaydı. Yenilen ve ihtilal
karışıklıkları içinde dağılma belirtileri
gösteren Rusya'nın elindeki Türk illerini, panturanist bir siyaset
takibiyle bir araya getirme, çökmekte olan imparatorluğun, yeni bir
coğrafyada devam ve ihyası olarak görülmeye başlandı.
"Yavuz" ve "Midilli"nin de dahil oldukları
Osmanlı filosunun, Alman amirali kumandasında Karadeniz'e açılması
ve Enver-Talat-Cemal üçlüsü ve Alman genelkurmayının düzenledikleri
bir planla, Rus limanlarına ani bir saldırı tertipleyip topa
tutmaları (29 Ekim 1914), Osmanlı Devleti'nin bir oldubittiyle
savaşa sokulmasıyla sonuçlandı. Padişah ve sadrazam dahil
olmak üzere hükümetin de bilgisi dışında cereyan eden bu olay,
şaşkınlığa sebep oldu. Müttefiklerse, Osmanlı
Devleti'ne savaş ilanıyla karşılık verdiler (Rusya 3
Kasım, İngiltere ve Fransa 5 Kasım). 11 Kasım'da mukabil
savaş ilanında bulunan Osmanlı Devleti, 14 Kasım'da
"cihâd-ı ekber" ilan ederek, bütün Müslümanları din
savaşına davet etti. Ancak, müttefiklerin idaresi altındaki
milyonlarca Müslüman'ın, direnişe geçip ayaklanacakları büyük
olaylar tahakkuk etmediği gibi, imparatorluk dahilinde yaşayan Arap
ahalinin bile dinî hissiyatı, İngilizler tarafından, önceden, daha
kuvvetli bir şekilde siyasî ve maddî kutuplara celbedilmiş
olduğundan, hiçbir etkisi görülmedi. Bilakis, bunlarla ve müstemleke
Müslümanlarından derlenen askerlerle savaşılmak mecburiyeti
hasıl oldu. İngiltere, Arapları isyana teşvik ve istiklal
arzularını tahrik ederken, denetimi altında tuttuğu
Mısır'ın da, Osmanlı Devleti ile mevcut hukukî
bağlılığına bir son vererek, burasını
İngiliz hakimiyetinde bir "krallık" haline getirdi (18
Aralık 1914).
Cihan Harbi'nde
Osmanlı Orduları; Rus, Irak, Filistin-Suriye, Sînâ-Mısır,
Arabistan, Çanakkale ve Galiçya gibi cephelerde savaşmak zorunda
kaldı. Kuvvetlerini, genelde Almanların görüşleri, onların
harp hedefleri ve cephe sıkışıklıklarını
gidermek doğrultusunda kullandı. Sırf Alman cephesini
rahatlatmak uğruna ve gerekli hazırlıklar
yapılmaksızın Rus cephesi açıldı ve Enver Paşa
kumandasında, teçhizatı noksan kuvvetlerin, Sarıkamış
felâketinde 90 000 askerin feda edilmesiyle sona erdi (Kasım-Aralık
1914). İngiliz cephesini oluşturan Mısır üzerine, Cemal
Paşa'nın kumandasında yapılan Süveyş Kanalı
harekâtı (27 Temmuz 1916'da Albay von Kres komutasında yapılan
ikinci Kanal harekâtı gibi), aynı anlamda, millî harp hedeflerine
hizmet etmeyen bir macera, gereksiz can kayıpları ile dolu bir
fiyasko olarak kaldı (Ocak-Şubat 1915). Aynı tarihte
müttefikler, Çanakkale Boğazı'nı donanma harekâtıyla
yarıp İstanbul'u ele geçirerek Osmanlı Devleti'ni saf dışı
etmek ve acil yardım bekleyen Rusya'nın imdadına yetişmek
üzere harekete geçtiler (Ocak 1915). Muazzam donanmanın, deniz yolunu
açamaması ve hezimeti üzerine (18 Mart 1915), savaş, kara harplerine
dönüştü ve yüzbinlerce askerin boğazlaşması biçiminde, çok
kanlı bir şekilde cereyan etti. Müttefikler, büyük fedakârlıklar
ve kahramanlıklar sayesinde burada da ağır mağlûbiyete
uğratıldılar. (Bkz. Çanakkale Zaferi) Rus cephesinde
Sarıkamış felâketiyle oluşan zâfiyetin daha büyük
boyutlarda yol açtığı, bölgedeki Ermeni nüfusa karşı
mevcut olmayan güven meselesi, müttefiklerin Çanakkale Boğazı'na
yaptıkları büyük saldırı esnasında, bütün vehameti ile
ortaya çıktı. Bölge Ermenilerinin daha 1828-1829 Osmanlı-Rus
Savaşı arefelerinde tesbit edilen, düşmanla işbirliğini
önlemek ve düşmana karşı bölge güvenliği
açısından zorunlu bir tedbir olarak, daha iç bölgelere nakledilmesi
hususu tekrar gündeme geldi (27 Mayıs 1915). Rus işgaline
uğramaya başlayan bölgelerde, Ermeni ahalinin, Rus-Ermeni
karışımı kuvvetlerle sürdürdükleri katliâm, bölgede oturan
Müslüman ahali ile bir "sivil savaş" haline dönüştü.
Müslüman ve Ermeniler arasında cereyan eden bu mücadelenin, zayi olan ve
günümüze kadar propaganda malzemesi olarak kullanılagelen
mübalağalı Ermeni nüfusundan çok daha fazla oranda bir Müslüman nüfusun
katline ve kaybına yol açtığı ise dikkatlerden özenle
kaçırılır ve sözü edilmez.
Hicaz ve Necid emîrlerinin
İngilizlerin yanında yer almaları ve isyan ederek silahlı
eylemler girişmeleri, Hicaz ve Mekke'nin kaybına yol açtı
(1916). Yalnız, Medine, Fahri Paşa tarafından, harp sonuna (Ocak
1919) kadar, İngiliz ve Araplara karşı savunuldu. Irak ve Suriye
cephelerinde, Alman birliklerinin de gönderilmesiyle takviye edilmiş
olarak Yıldırım Orduları Grubu teşkil edildi
(Mayıs 1917). Ancak, Irak, Suriye ve Filistin bölgelerindeki
kayıpların telâfi edilemeyeceği ve çöküntünün
önlenemeyeceği anlaşıldığından, Sadrazam Said
Halim Paşa'nın istifası kabul edilerek yerine Talat Paşa
geçti (3 Şubat 1917). 1917 senesi, genel savaşın gidişatını
etkileyen iki önemli gelişmeye sahne oldu: Rusya'da komünist ihtilali
patladı ve Amerika Birleşik Devletleri, bilfiil müttefiklerin
yanında savaşa iştirak etti (Almanya'ya savaş ilanı, 6
Nisan 1917). Rus ihtilali, bu ülkenin cephelerdeki
perişanlığını daha da arttırdı ve Rusya'da
Çarlık idaresine bir son verdi. Komünistlerin barışa hazır
olmaları üzerine yapılan Brest-Litovsk Antlaşması'yla (3
Mart 1918) Rus Savaşı, resmen sona erdi. Ancak, Doğu Anadolu
cephesinde, yapılan barış gereği iadesi gereken,
"Doksanüç bozgunu" kaybı olan Batum-Ardahan-Kars (elviye-i
selâse) gibi yerlerin ele geçirilmesi söz konusu olduğundan, Ermeni
ağırlıklı saldırılarla mücadeleye devam edildi ve
nihayet bu yerler ele geçirildi. Kafkaslar'da Ermenistan, Gürcistan ve
Âzerbaycan adlı üç cumhuriyet oluştu. Ancak buralar, kısa bir
müddet sonra, Komünist idarenin eline düştü ve Sovyet
Çarlığı'na bağlandı.
Mütareke ve Barış: Batış
Yılları
Sultan Reşad'ın
ölümü üzerine (3 Temmuz 1918) son Osmanlı padişahı olacak VI.
Mehmed Vahideddin (1918-1922), felâketli bir dönemde tahta çıktı.
Artık İstanbul semalarında düşman uçakları uçabilmekte
ve şehre bombalarını atabilmekteydi. Filistin-Suriye ve Irak
cepheleri çökmüş, Bağdat (11 Mart 1917), Kudüs (18 Aralık 1917),
Şam (1 Ekim 1918), Halep İngilizlerin; Beyrut (6 Ekim 1917),
Trablusşam, İskenderun (14 Ekim 1917) Fransızların eline
geçmişti. 1918 yılında devam eden askerî harekât, durumu daha da
ümitsizleştirmiş, idarî ve ekonomik yapı ise artık tamamen
yıkılmıştı. Nihayet Bulgarların harpten çekilmek
zorunda kalmaları, genel çöküntüyü daha da hızlandırdı. Batı
cephesindeki ağır yenilgiler ve içte beliren ihtilal
karışıklıkları üzerine Almanya ve dağılan
Avusturya-Macaristan da mütarekeye yanaştı (3-4 Kasım 1918).
Sadrazam Talat Paşa, Osmanlı Devleti için de mütareke
yollarını açabilmek amacıyla istifa etmiş (8 Ekim 1918) ve
yerine Cihan Savaşı'na girilmesine taraftar olmayan Ahmed İzzet
Paşa hükümeti kurulmuştu (19 Ekim 1918). Böylece İttihat ve
Terakkî hakimiyeti sona ermekteydi. Kısa bir müzakereden sonra dikte
ettirilen mütareke, Osmanlı Devleti'nin mutlak yenilgisini belgeledi.
Osmanlı Devleti'nin müstakil bir devlet olarak, artık ayakta
kalamayacağının ve yapılacak barışın da,
harp içinde müttefikler arasında yapılan bütün bölüşme plan ve
antlaşmalarına (Sykes-Picot Antlaşması, 1916) uygun olarak,
ne kadar ağır şartlar ihtiva edeceğinin bir işareti
oldu.
Mondros Mütarekesi
hükümlerinin yerine getirilmesi, memleketin tüm mevcut ve muhtevasıyla,
galiplere tesliminden başka bir anlam taşımaz. Alman subay ve
askerleri, tahliye olunur. Bütün müstahkem mevkiler teslim edilir. Ordular
dağıtılır. Liman von Sanders, kumandanı olduğu
Yıldırım Orduları Grubunu, Çanakkale kara
savaşlarında ismini duyuran, Doğu'da Ruslara karşı
zafer kazanan, harbin gidişatını tenkitçi bir gözle
yakından takip etmiş bulunan Mustafa Kemal Paşa'ya teslim ederek
ayrılır. Mustafa Kemal Paşa, ağır mütareke hükümlerine
karşı ilk açık tepkilerini dile getirir ve Sadrazam İzzet
Paşa'yı bu yönde uyarır. Yıldırım Orduları
Grubu'nun da ilgası üzerine, İzzet Paşa'nın isteğine
uyarak İstanbul'a gelir. Aynı gün, büyük bir düşman
donanması da, Dolmabahçe önlerinde demir atar ve şehri işgal
eder (13 Kasım 1918). Bu arada, mütarekeden sonra İzzet Paşa da
istifa etmiş (8 Kasım 1918) ve yerini Tevfik Paşa sadaretindeki
hükümete bırakmıştır. Mütarekeden sonra yurt içinde
başlayan siyasî kaynaşma, İttihatçılara karşı
duyulan infialde odaklaşmış; harp suçluluğu ve
sorumluları, hararetle tartışılan bir konu olmuş,
çeşitli yolsuzluklar gündeme getirilmiş; "Ermeni tehciri"
soruşturularak incelenmişse de, suçlayıcı müşahhas
delillerle, bir neticeye varılamamıştır. Yeni siyasî
kuvveti oluşturan Hürriyet ve İtilaf Partisi, nihayet Damad Ferid
Paşa'nın sadarete tayini ile (4 Mart 1919) iktidara sahip oldu. Öte
yandan düşman işgaline uğrayan veya böyle bir tehlike ile
karşı karşıya kalan Anadolu ve Rumeli'deki çeşitli
bölgelerde, mahallî "Müdafaa-i Hukuk" cemiyetleri kurulmasına
girişildi. Ermenilerin, Kars'ı (19 Nisan 1919);
İtalyanların, Antalya (29 Nisan 1919) ve Kuşadası'nı
(13 Mayıs); Yunanlıların, Fethiye'yi (11 Nisan)
işgallerini, Urfa, Antep ve Adana bölgesindeki Fransız ve
İngiliz işgalleri izledi. 15 Mayıs 1919'da İzmir'in Yunan
işgaline uğraması ve Batı Anadolu'ya yönelik Yunan
tecavüzü, büyük bir millî infialin uyanmasına yol açtı. Tarih içinden
gelen münâferet, bu işgali, Anadolu'da doğacak olan millî helecan ve
ayaklanmanın tahrik noktası yaptı. Yunan
saldırısına cevaz veren müttefikler, böylece yeni Türkiye'nin
kurulmasına yol açmış oldular.
Anadolu'daki millî
uyanış, Samsun, Sivas, Erzurum ve Trabzon bölgeleriyle, buralara
komşu yerlerde mutlak bir otorite ile teçhiz edildi. Galip devletlerin bu
bölgelerdeki şikâyetlerine yol açan asayişsizliklere bir son
verilmesi, ordu teşkilatının dağıtılması ve
silahların toplanması gibi hizmetlerin yerine getirilmesiyle
görevlendirilerek "ordu müfettişliği"ne tayin edilen
Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a çıkışıyla (19
Mayıs 1919), millî uyanış, düzenli bir direnişe
dönüşme şansına kavuştu. Mustafa Kemal'in icraatı, bir
müddet sonra, İtilaf devletlerinin tedirginliğine yol açarak,
kendisinin geri çağırılması için, Bâbıâli'yi harekete
geçirdi. İstanbul'dan yapılan baskılar neticesinde askerlikten
istifa eden Mustafa Kemal Paşa, "sîne-i millete" döndüğünü
bildirerek, Anadolu'daki millî direnişi düzenlemeye devam etti. Erzurum
(23 Temmuz 1919) ve Sivas (4 Eylül 1919) kongreleri tertiplendi. Özellikle
millî sınırlar içinde vatanın bütünlüğü ve
bölünmezliği, yabancı işgal ve tecavüzlere karşı
milletin direnme hakkı bulunduğu, merkezî hükümetin aczi halinde,
Anadolu'da geçici bir hükümetin kurulması gibi önemli kararlar
alınarak ilan edildi. Millî direniş cemiyetleri, Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında bir arada toplandı. Mustafa
Kemal, bu kongre ve cemiyetlerin başkanlığına seçilerek,
liderlik rolünü kabul ettirdi. Anadolu'da gelişen millî hareket, galip
devletlerin kontrolündeki İstanbul hükümetinin sevkiyle sahneye
çıkartılan Anzavur Paşa kumandasındaki Kuvâ-yi
İnzbâtiyye adlı kuvvetlerle ezilmek istendi. Başarısızlık,
Damad Ferid hükümetinin istifası ile sonuçlandı ve Ali Rıza
Paşa hükümeti kuruldu (2 Ekim 1919). Millî direniş hareketiyle
irtibat ve görüşmeyi gerekli gören yeni hükümet, Amasya'da Mustafa Kemal
ile görüşmelere girişir. Bu görüşmede özellikle, yeni seçimlerle
ilgili bazı kararlar alınır (Amasya Mülâkatı, 22 Ekim
1919). Ancak yeni meclisin İstanbul'da toplanmasının, güvenlik
sebebiyle mahzurlu olduğunun tesbiti, ileri görüşlülük arz eden bir
önem taşımaktadır. Bu arada Sivas'ta yapılan bir toplantıda,
millî hareketin sevk ve idaresini yürüten Heyet-i Temsiliyye'nin, bundan böyle
Ankara'da faaliyet göstermesine karar verildi (29 Kasım 1919). Millî gaye
ve hedefleri ve millî sınırları belirleyen bir belge
(Mîsak-ı Millî) hazırlanarak ilan edildi. Her şeye rağmen
yine İstanbul'da toplanan meclis (12 Ocak 1920), bu millî yemini resmen
kabul ve bütün dünyaya ilan ederek tarihî bir görevi yerine getirmiş oldu
(17 Şubat 1920). Bunun üzerine, Batıda Yunan kuvvetleri taarruza
geçerek işgal bölgelerini genişletmeye, Doğuda Ermeniler,
kanlı tecavüzlerini arttırmaya başladılar.
İstanbul'daki işgal kuvvetleriyse, resmî dairelere zorla girerek,
şehre bir daha el koydular (16 Mart 1920). Meclis dağıldı,
kaçan milletvekilleri Ankara'ya gittiler. Damad Ferid'in tekrar sadarete
getirilmesiyle, bu tecavüzler tekemmül etti (5 Nisan 1920). Yeni hükümet,
çaresizliğini, Mustafa Kemal Paşa'yı askerlikten tard ve idam
cezasına mahkûm etmekle gösterdi (11 Mayıs 1920).
Barış
antlaşması için yapılan görüşmeler ise, Paris'te devam
etmekteydi. Müttefiklerin hazırladıkları barış,
Osmanlı İmparatorluğu'nu tamamen parçalamakta, geriye kalan
Türklere, küçük bir toprak parçasını bile çok görmekteydi. Batı
Anadolu'da Yunan işgali, Bizans hayallerini gerçekleştirerek boyutlar
alarak bir ilhaka dönüşürken, bütün Trakya, Yunanistan'a bırakılıyordu.
Doğuda bir Ermenistan kurulması öngörülüyor, güney ve
güneybatıda Fransız ve İtalyan nüfuz bölgeleri
oluşturuluyordu. Boğazlar bölgesi, özel ve müstakil bir idareye
bırakılmaktaydı. Doğudaki Kürtlerin, antlaşmanın
imzalanmasından bir yıl sonra, ayrı bir devlet kurmak istemeleri
halinde, buna, İngiliz mandaterliğinde olmak kaydıyla izin
verilmesi karar altına alınıyordu. Bu gibi şartlarıyla
gerçek bir ölüm fermanı olan bu barış antlaşması, 22
Temmuz 1922'de toplanan Saltanat Şûrâsı'nda görüşüldü.
Müttefiklerin, İstanbul'u Yunan işgaline terk edecekleri tehditleri
ve genel ümitsizlik hali içinde, barış antlaşmasının
Osmanlı delegeleri tarafından imzalanmasına (10 Ağustos
1920, Paris/Sevr Antlaşması) razı olundu. Ancak padişah
tarafından tasdik olunmadı. Antlaşmayı, sadece Yunanistan
parlamentosu tasdik etti. Barış antlaşmasına rağmen
Yunanlılar, Batı Anadolu'daki ileri harekât ve işgallerine
kanlı bir şekilde devam ettiler. 23 Nisan 1920'de Ankara'da
açılan Büyük Millet Meclisi, 19 Ağustos'taki tarihî
toplantısında, Sevr Antlaşmasını kabul eden Saltanat
Şûrâsı âzalarını ve antlaşmaya imza koyan delegeleri
"vatan haini" olarak ilan etti ve antlaşmayı
tanımadığını bütün dünyaya bildirdi. Doğuda
Ermenilerin tecavüzleri, Kâzım Karabekir Paşa kumandasındaki
kuvvetlerle önlenmeye; batıdaki Yunan ilerlemeleri, dağınık
millî güçlerin birleştirilmesi ve nizamî bir ordu kurulması
faaliyetleriyle kuvvet bulacak olan Batı Cephesi
Kumandanlığı'nın teşkili ile (Ali Fuad Cebesoy,
İsmet İnönü) durdurulmaya çalışıldı. Ermenilerle
sürdürülen savaş, nihayet zaferle sonuçlandırıldı.
Yapılan Gümrü Antlaşması'yla (2/3 Aralık 1920),
"Doksanüç Harbi" kayıpları geri alınarak, Ermeni
hayallerine bir son verildi. Sovyetlerle yapılan dostluk
antlaşmasıyla (16 Mart 1921) Ankara hükümeti, durumunu
kuvvetlendirdi. Müttefiklerin, barış şartlarını
hafifletme teşebbüsleri belirmeye başladı. Bu doğrultuda
toplanan Londra Konferansı (Şubat 1921), Anadolu için söz söyleme
hakkının Ankara hükümetinde olduğunun kabullenilmesi yolunda
önemli bir adım sayılır. O sırada Yunan kuvvetlerine
karşı kazanılan II. İnönü zaferi, milletin "makûs
talihi"nin de değişmekte olduğunun da işareti olarak
kabul edilir (31 Mart 1921. Anadolu'nun kurtuluşuna gidecek olan yolun,
Yunan kuvvetlerinin denize dökülmesiyle açılacağı, artık
anlaşılmaktaydı. Mustafa Kemal Paşa idaresindeki Sakarya
Meydan Savaşı (3 Eylül 1921), Ankara'ya kadar yaklaşan Yunan
kuvvetlerine ağır bir darbe vurdu. Zafer, Fransa ile müstakil bir
barış yapılmasını sağladı (20 Eylül 1921).
Sevr, yırtılmaya başlamıştı. Mustafa Kemal
Paşa'nın "başkumandanlık" yetkileriyle
donatılmış olarak, son hesaplaşmaya
hazırladığı millî kuvvetler, nihayet, "Büyük
Taarruz"u başlattılar (27 Ağustos 1922). 30 Ağustos'ta
Yunan kuvvetleri, ağır bir mağlûbiyete uğratılarak
dağıtıldı ve Yunan başkumandanı esir
alındı. Türk kuvvetleri, büyük bir zafer kazanarak, Batı
Anadolu'yu, Yunan işgal kuvvetlerinden temizleyip, İzmir'e girdiler
(9 Eylül 1922). Büyük zafer, İstanbul'da helecanla takip edildi ve pek
çokları için beklenmedik bir gelişme olarak
şaşkınlıkla karşılandı. Yunan kuvvetlerinin
imhası, Yunanistan'ın arkasındaki esas güç olan
İngiltere'yi harekete geçirmiş ve ateşkes için başvurular artmaya
başlamıştı. Mudanya Mütarekesi, fazla bir zorlukla
karşılaşılmadan, Anadolu ve Trakya'nın
boşaltılması neticesini temin etti (11 Ekim 1922). Düşman
askerleri, geldikleri gibi çekilip gitmeye başladılar.
Son Osmanlı
sadrazamı Tevfik Paşa'nın, Ankara hükümetiyle barışma
teşebbüsleri, kabul görmedi. Müttefiklerin, Lozan'da yapılacak
barış görüşmelerine İstanbul hükümetini de davet etmiş
olmaları ve bunu kabul eden Tevfik Paşa'nın bu istikametteki
faaliyetleri, Ankara'da infialle karşılandı ve bazı acil ve
tarihî kararların alınmasını kaçınılmaz
kıldı. Bu konudaki tartışmalar, saltanat müessesesinin
varlığı üzerinde yoğunluk kazanarak, nihayet 1 Kasım
1922'de saltanat ilga edildi. Tevfik Paşa, istifa etti (4 Kasım
1922). Sultan Vahideddin, yeni bir sadrazam tayin etmemekle, Ankara hükümetinin
kararına boyun eğmiş oldu ve İstanbul'dan ayrılmak
zorunda kaldı. Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi, kendisini derhal
hal ve ıskat edip, Abdülmecid Efendi'yi halife seçti (16 Kasım 1922).
Lozan Barış Antlaşması (25 Temmuz 1923) ile İstiklâl
Savaşı başarı ve zaferle sona erdirilmiştir. Cumhuriyet'in
ilanı (29 Ekim 1923) ve Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın reisicumhur
seçilmesiyle yeni devlet, merkezi Ankara olan (13 Kasım 1923) bir
Cumhuriyet haline geldiği gibi, girişilecek köklü reformlar
cümlesinden olarak, hilâfet müessesesinin ilgası lüzumlu
görüldüğünden, bu tarihî müesseseye son verilerek (3 Mayıs 1924), son
halife Abdülmecid Efendi ve bütün Osmanlı hânedanı mensupları da
yurdu terke mecbur edildiler.
Kaynak: Osmanlı
Devleti ve Medeniyeti Tarihi, Cilt 1, s. 124-135
Ekmeleddin İhsanoğlu (Ed.), IRCICA, İstanbul 1994